Yazan: Ayça Olcaytu İşçen
Ağustos 2010
Adı Kapadokya kiliseleri ile bütünleşmiş bir efsane; kendi deyimiyle bir ‘Kapadokya hastası’. Elli yılı aşkın süredir çalıştığı Kapadokya’da 100’den fazla kilise bulmuş, incelemiş, fotoğraflamış, yayınlara, kitaplara dönüştürmüş bir bilim insanı. Yaz tatillerine sığdırdığı araştırma gezilerinden tarih yaratmış bir bilge. Biz sıradan faniler, sadece eserlerinden tanıdığımız bu olağanüstü kadınla, Kirkit Turizm’den Osman Diler sayesinde dört saatten fazla sohbet etme şansına eriştik. Ağzından dökülen her cümle ona olan hayranlığımızı büyüttü. Ve bir kez daha anladık ki Nicole Thierry’e Kapadokya çok şey borçlu.
Kirkit Turizm’in Avanos’taki ofisine doğru yola çıktığımızda Nicole Thierry ile yapacağımız söyleşinin gerginliği içindeydim; ne de olsa 80’ini çoktan aşmış, ünlü, meşgul ve Fransız bir kadın söz konusuydu. Ofisin arkasındaki iki eski Avanos evinin birleştirilip restore edilmesinden oluşturulmuş Kirkit Pansiyon’da bizi beklediğini söylediler. Hemen yanına gittik. Spor kıyafet giyinmiş, gri-beyaz saçlı, incecik, küçücük Madam Thierry bizi çok sıcakkanlı karşıladı. Bundan yüz bulup, çevirmenimiz Celil Dindoruk’un gelmesiyle kendisini soru yağmuruna tutmaya başladık. Nazlanmadı, yorulmadı, acıkıp susamadı, hepsine sabırla cevap verdi. Kısacası, kendisine duyduğumuz saygının yanına bir de hayranlığı ve sevgiyi ekledik. Öyle ki, Madam Thierry’nin anlattıklarına kendini fena halde kaptıran grafik tasarımcımız Fikriye, kendisinin gönüllü asistanlığına talip olduğunu bile beyan etti!
“Kapadokya tarihin akışını görme imkanı veriyor”
İlk sorumuz “neden Kapadokya” oluyor tabii ki. Tereddütsüz bir şekilde “Kapadokya tarihin akışını görme imkanı veriyor” diyerek devam ediyor:
“Eşim Michel de ben de tıp doktoruyuz. Ben anestezi uzmanıyım, eşim cerrah. Yolculuk etmeyi seven insanlarız. Roma dönemi tarihine ilgi duyduğumuz için Fransa’da çok araştırma yaptık. Guillaume de Jerphanion’un 1925-1942 yılları arasında Kapadokya kaya kiliselerinde yaptığı araştırmalar ilgiyi Anadolu’ya çekti. Jerphanion sadece kullanılan kiliseleri gezmişti; yeni keşifler yapmadı, yapması da çok zordu. Rehberli dolaşıyordu ve ona yeni kiliseler gösteriliyordu. Ürgüp ve Göreme’yi çok iyi gezip araştıran Jerphanion, bana ve kocama Kapadokya’yı derinlemesine inceleme isteğini aşılamıştır.”
Kapadokya’ya ilk kez 1952 yılında eşiyle birlikte gelen Madam Thierry, hayatlarının akışını hatırı sayılır ölçüde etkilemiş olan bu ziyareti ve sonrasını anlatırken sanki o günlerin heyecanını yaşıyor:
“Çok motive edici bir keşif yaptık: Yovakim & Anna Kilisesi (Güllüdere-I Vadisi, Avanos). Çok önemli, çünkü çok ender görülen bir freske sahip; Meryem nurlar içinde ve başında İsa’da olduğu gibi hare var. Tanrı’nın dünyadaki gücünü simgeliyor. Kucağında da çocuk İsa’yı tutuyor. Bu kilise dışında buna benzer tek fresk Kıbrıs’ta var. Bu çok önemli keşiften sonra her yaz Kapadokya’ya geldik. Sadece birkaç kez aksattık. Tıp doktoru olarak çalıştığımız için çok iznimiz yoktu; 15 gün kadar kalabiliyorduk. Aşağı yukarı bir o kadar da Suriye’de araştırma yapıyorduk. Kapadokya kiliselerindeki doğu ve Suriye etkisi ilgimizi oraya da yöneltmemize neden oldu. Türkiye’ye ilk ziyaretlerimizde arkeolog Ekrem Akurgal bize ilgi gösterdi ve rehberlik yaptı. Fotoğraf için gidilecek saati bile söylerdi. Birlikte 1956 yılında Frig Vadisi’ne gittik, aslanlı mezarın içine girdik; muhteşemdi. Türkiye’nin doğusunda çalışmalar yaptık. 1955’te 2 ay izin alıp Tahran’a kadar gittik. Çalışmalarımızda bağımsız kalabilmek için masraflarımızı kendimiz karşılamayı tercih ettik. Sadece, paramızın kalmadığı bir dönem, bir kereliğine arabamızın lastiklerini karşılayan oldu. Daha sonra bir Land Rover alıp onunla gelmeye başladık.”
Hasan Dağı ve çevresi
Arkasından el değmemiş Hasan Dağı çevresinin incelenmesi gelmiş. Bu dağlık bölgeye ilk kez 1958’de gelerek, H. Rott, W.M. Ramsay ve Gertrude Bell’in incelediği kiliseleri yakından incelemişler. Hayran oldukları bölgede özellikle Ihlara Vadisi’ndeki resimli kaya kiliselerine ağırlık vererek, zorlayıcı koşullar altında çalışmalarını sürdürmüşler. Uzunluğu 14 km’yi bulan vadide, yer yer 100 m yüksekliğe erişen kaya yığınları içindeki kiliselere ulaşmak yorucu ve yıpratıcı oluyormuş. Buna rağmen, Ihlara civarında toplanan kiliselerin Kapadokya veya Bizans tarzı diye tanınan sanat özelliklerini göstermediğini, Mısır ve Suriye etkisi taşıdığını, Belisırma tarafındakilerin ise Bizans tipi fresklerle süslü olduğunu fark etmeleri geç olmamış. Bu kiliselerde yaptıkları araştırmalar, Arap akınlarının bölgede bir dönem çok yoğun olduğu tezini kanıtlamalarına yaramış.
O günden bu yana çalışmaya devam ettiği bu bölgede en son 2006 yılında bir kilise bulduğunu söyleyen Madam Thierry, kilisenin önemini “Güzelyurt Aşağı Mahalle’de isimsiz bir kilise. Eylül 2006’da bulduk. Bu da çok önemli bir keşifti bizim için. Çünkü kilisede çok önemli iki Bizans subayını tasvir eden bir sahne var. Subaylardan biri Bizans kralı tarafından savaşın savunma ve saldırı stratejisini yerinde görmek için gönderilmiş bir kumandan. Diğeri ise bu savaşı yönetecek kumandan. Melendiz Dağı’nda Araplarla yapılan bir çarpışmada ölmüşler ve 30 km uzaklıktaki Güzelyurt’a, bu kiliseye gömülmüşler. Çok nadir rastlanan bu sahne onların onurunu iade etmek üzere yapılmış” diye anlatıyor.
Van’da 3 gün gözaltı
O günlerin Türkiye’sinde, Kapadokya’sında bir Fransız olarak araştırma yapmanın zorluklarını tahmin etmekle beraber kendisinden de dinlemek istiyoruz. “Kapadokya’da hiç sorun yaşamadık; her zaman çok nazik, yardımsever davrandılar. Belli bir süredir zaten yalnız seyahat etmiyorum, yanımda mutlaka birileri oluyor. Sanırım artık beni Kapadokya hastası, çok orijinal biri olarak kabul ettiler” diyor. Ya konaklama, yeme-içme konusundaki sıkıntılar? Kimi zaman muhtarın, köylülerin evinde, bazen arabalarında yatmışlar, ne buldularsa yemişler, ama yaptıkları işin büyüsü yanında bunlar pek yer etmemiş. Bu cevap bizi kesmiyor, üsteleyince bizi memnun etmek için bir anısını anlatıyor:
“Türkiye’de nasıl karşılanacağımız hiç belli olmuyordu. Bazı bölgelerde neden orada olduğumuzu anlayamıyorlardı. Özellikle doğuda araştırma yapmak sıkıntılıydı; Ermeni sorunu da olduğundan devam edemedik. Hatta 1974 yılıydı sanırım, Van’da bizi casus sanıp 3 gün gözaltında tuttular. Yanımızda İngilizlerin yayınladığı Roma Dönemi’ne ait bir harita vardı ve orada doğunun bir bölümü ‘Büyük Ermenistan’ olarak gösteriliyordu. Haritayı gören polisler Van müze müdürünü aradılar. O da ‘biliyorum, bende de var bu harita’ demiş. Ondan sonra casus olmadığımızı anladılar ama emniyet müdürlüğündeki polislerden birisi bu sefer de ‘siz hazine arıyorsunuz, definecisiniz’ demeye başladı. Bunun da dayanağı şu: Çalışma sırasında içinde fotoğraf makinelerimizin, filmlerimizin bulunduğu çantalarımız oluyordu. Çocuklar gelir, sağdan soldan bizi çekiştirip ‘içinde ne var’ diye sorarlardı. Ben de ‘mücevher, değerli taş var’ derdim. Polis de bu sözümüzü kanıt olarak gösterdi! Van’dan çıkarken bizi bu kez askerler durdurdu. İlk seferinde de askerler tarafından durdurulmuştuk ve bize davranışlarından dolayı onlara ‘Rus askerlerinden daha sertsiniz’ dediğimiz için tepkililerdi. Ondan sonra da istenmeyen kişi ilan edildik ve bize ülkeyi terk etmemizi söylediler. Van’dan ayrıldıktan sonra hakkımızda Interpol kanalıyla dava açtılar ve Fransız Interpol’ü ifademizi aldı. Kadın olduğum için bana bir şey olmadı ama kocama iki ay, oğluma üç ay ceza verdiler. Ardından eşim tekrar Türkiye’ye geldi ama sorun olmadı.”
Yüzümüzdeki ifadeden bu kadarını tahmin etmediğimizi hissetmiş olmalı ki iyi sayılabilecek bir anıyla bizi kendimize getirmeyi uygun buluyor:
“Bir keresinde de Doğubeyazıt’ta kaldığımız otelin resepsiyonuna pasaportlarımızı bırakmıştık. Ertesi gün ayrılırken pasaportlarımızı kontrol etmeden alıp Diyarbakır’a devam ettik. Diyarbakır’da otele yerleşince baktık ki pasaportlarımız değişmiş. Benimkinde Madam Beuff diye birinin adı yazıyor, Michel’inki de bir İtalyan’ın pasaportu. Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne gittik. O zamanlar emniyet müdürü de emrindeki polisler de hanımdı ve çok efendilerdi. Durumu anlattık, anlayışla karşıladılar. Çalındığına dair bir tutanak tutuldu, geldiğimiz yol üzerinden geri dönmemizi tavsiye ettiler. Bize ait olmayan pasaportlarla Yunanistan üzerinden Fransa’ya döndük. Madam Beuff Paris yakınlarında oturuyormuş; kendisiyle buluşup pasaportumu aldım.”
Avanos’un adı
Madam Thierry ile 25 yıldır tanışan ve onun Türkiye’deki çalışmalarında her türlü lojistik desteği veren Kirkit Turizm’den Osman Bey bizden daha çok şaşırıyor anlatılanlara; “Bu kadar yıldır tanırım, sayısız sohbetimiz olmuştur ama ilk kez duyuyorum, hayret verici” diyor. Kendisiyle ilgili merak ettiğimiz konulardan biri de çalışmalarını kitap dışında paylaştığı alanlar. Önce yapamadıklarından bahsediyor: “Kapadokya ve Türkiye’de yaptığım çalışmaların çoğunu vaktim olmadığından yayınlayamadım. Yakın tarihte Vehbi Koç Vakfı’na Çeç Tümülüsü çalışmamı verdim, yayınlayacaklar. Kapadokya ile ilgili genel bir kitap çalışması planlıyorum. Çünkü, şimdiye dek çıkan tüm yayınlarım satıldı. Yeni bir çalışma şart oldu.”
“Daha önce İstanbul Rehberler Odası’nın davetiyle ‘Kapadokya bulguları’ semineri vermiştiniz, yanlış hatırlamıyorsam” diyorum. “Evet doğru” diyor, “En son İstanbul’da Koç Üniversitesi’nde Çeç Tümülüsü konusunda bir seminer verdim. Biliyorsunuz, geçmişte Anadolu’da çok yaygın olan ateşe taparlıkla ilgili Kapadokya’da önemli bulgular var. Merkezin de Avanos olduğunu düşünüyorum” diyor. Yavuz, Çeç Tümülüsü’nün ateşe taparlıkla ilgili bir merkez olabileceği görüşünden bahsederek kendisinin bu konudaki fikrini merak ediyor. Madam Thierry “araştırma yapılmadan net bir şey söylemek imkansız” diye cevaplıyor. Kendisinin Avanosla ilgili önemli bir tespiti de, Boğazköy Hitit Kraliyet Arşivleri’ndeki bir tablette Alman filolog Emile Forrer tarafından okunan Zu-Winassa şehir adının Avanos’u işaret ettiğine kesinlik kazandırması.
Melendiz Dağı’ndaki araştırma
Madam Thierry, lafı döndürüp dolaştırıp Kapadokya’da bu yıl yapacağı çalışmaya getiriyor. Onu fazlasıyla heyecanlandıran ve bugüne dek üzerinde hiç kimsenin çalışmadığı bu konuyu ayrıntılarıyla anlatıyor:
“Romalılar Kapadokya bölgesinde ele geçirdikleri topraklarda halkı asimile etmekle uğraşmadılar. Onların tek derdi ticaret yollarını denetim altında tutmaktı. Arkadan gelen Bizans ise bu ticaret yollarını kısaltmakla uğraştı. Bu açıdan baktığımızda Yeşilyurt 8.-10. yy Arap-Bizans savaşları açısından çok önemli bir yer. Araplar Bağdat’tan gelip Toroslar üzerinde yerleşmişler. Amaçları İstanbul’a kadar gitmek. Aksaray tarafında çok fazla düşman olduğundan ara yolları ve yüksek geçiş noktalarını tercih etmişler. Yani Gülek Boğazı’ndan Niğde’ye, Aksaray’a bağlanan yola alternatif olarak, Yeşilyurt, Güzelyurt (Gelveri), Selime üzerinden giden yolu kullanmışlar. Bölgedeki tüm dağlarda Arap akınlarını durduracak kaleler yapılmış. Bu kaleler sürekli el değiştirmiş. Bizans’tan Araplara, derken yine Bizans’a geçmiş. Yükseklerde Arap, aşağılarda ise Bizans ve Rum işgali varmış. Bu kalelerin en önemlisi Altunhisar’da. Üzerinde çalıştığım Yeşilyurt’taki kale de bunlardan biri. Bir yüzyıl boyunca bölgenin komutanı bu kaledeydi. Avusturyalıların bir yayını var bu konuda; ancak Yeşilyurt’tan çok Çömlekçi Köyü’ndeki kaleden bahsetmişler. Ben bu ikisinin karıştığını ispat etmeye çalışıyorum. Çömlekçi Köyü’ndeki kale, Ortahisar Kalesi’nden daha küçük, peribacası gibi bir şey. Oraya da çıktım. Ama Yeşilyurt’a gittiğimizde surları görüyoruz. Hatta bombalandığına dair izler var. İçinde saray diye tabir edilen yapısı var. Orayı hiç kimse görmemiş. Eski haritalar, Yeşilyurt’taki Koron Kalesi’nden bahsederken hep Avusturyalıların Çömlekçi Köyü’ndeki yeri tarif ediyor. Böyle bir karışıklık var, bunu ortadan kaldırmaya çabalıyorum. Çünkü asıl Koron Kalesi, Melendiz Dağı’nın üstündeki kale.”
O anlattıkça bizim de merakımız artıyor. Bu arada nefis bir sofra hazırlandı ama konuyu bitirmeden yemeğe geçmeye niyetimiz yok. Dinlemeye devam ediyoruz:
“Bizans, Melendiz’deki kiliseleri korumak için bölgeye Ermeniler ve Rumları yerleştirdi. Bir taraftan da Araplar geldi. Bu karışımla birlikte Melendiz o dönemde Arapça konuşulan bir yer haline geldi. Şu anda Koron Kalesi’nin (Arapların söylemiyle Küre ya da Kura Kalesi) nerede olduğunu kimse bilmiyor. Geçen yıl bölgede araştırma yaptım. Kayalık bölümün bir kısmını çalıştık. Saray, fırın, su deposu çıktı. Diğer tarafa çıkmama güvenli olmadığı için izin vermediler ama tüm bir yıl boyunca buraya çıkmanın hayalini kurdum.”
Bu macerada geçen yıl Madam Thierry’e eşlik eden ve bu yılki çalışma için Afyon’daki at çiftliğini bırakıp gönüllü olarak gelen Celil Bey araya giriyor: “Durmuş Bey var, Dağcılık Federasyonu Isparta İl temsilcisi. Madam Thierry’nin gidemediği bölgelere o çıktı ve dönüşte çok yorgundu. Dağcılarla birlikte gidiyoruz ve kendisini yukarı kadar çıkarmaya çalışıyoruz. Hatta tepedeki surlara geçen yıl bir çobanı gönderdik, fotoğrafını çekip geldi. Ama kendisinin de görmesi gerektiği konusunda ısrarlı.”
Endişe dolu bakışlarımıza sorumuzu ekliyoruz hemen: “Bu yaşınızda nasıl olacak tüm bunlar? Sağlığınız yerinde mi?” Cevap endişeyi azaltan cinsten değil maalesef: “Kalbimde pil takılı, düzenli almam gereken haplar var. Dizlerim sorunlu; geçen yıl kayaya tırmanırken dizim sıkıştı. Üstelik kocam sağlık sorunlarımdan dolayı Kapadokya’ya gelmemi istemiyor. Ama buraya çıkabilmek amacıyla tüm yıl boyunca çok iyi bir fizik tedavi uzmanı ile sırt kaslarımı geliştirmek için çeşitli egzersizler yaptık”.
Ne diyelim; o Fransız ekolünden gelen bir efsane, bir Kapadokya hastası. Kendisine çok iyi bakmasını dilemekten başka çaremiz yok. (*)
(*) Madam Thierry, bu söyleşiden sonra Yeşilyurt’a gitti ve bahsettiği kaleye dağcıların yardımıyla çıkıp istediği araştırmayı yaptı. Şimdi heyecanla bu konudaki makalesini yayınlamasını bekliyoruz.
Nicole THIERRY
Fransa, 1925 doğumlu. Tıp okudu ve anestezi uzmanı oldu. Cerrah olan eşi Michel ile birlikte ağırlıklı olarak Kapadokya, Suriye, Ermenistan ve Gürcistan’da Hıristiyan eserleri üzerine araştırmalar yaptı. Sorbonne Üniversitesi’nde ve Ecole Pratique des Hautes Etudes’de Bizans Tarihi ve Bizans Sanat Tarihi üzerine öğrenim gördü. Edebiyat ve tarih doktorası yaptı. Elli yılı aşkın bir süredir araştırmalar yaptığı Kapadokya’da sayısı 100’ü aşan yeni kilise ortaya çıkararak bilimsel araştırmalarını yaptı. Uzun yıllar Ecole Pratique des Hautes Etudes’de araştırma yaptığı konular üzerinde ders veren Thierry’nin kitapları ve çok sayıda makalesi bulunuyor.
Kapadokya ile ilgili yayınlanmış kitapları:
1) Nouvelles Églises Rupestres de Cappadoce - 1963 (Kapadokya’nın Yeni Kaya Kiliseleri)
2) Nouvelles Églises Rupestres de Cappadoce, Région du Hasan Dagi -1983 (Kapadokya’nın Yeni Kiliseleri-Hasan Dağı Bölgesi)
3) Haut Moyen-Age en Cappadoce: Les Eglises de La Region de Cavusin - 1983 (Kapadokya’da Erken Ortaçağ-Çavuşin Bölgesi Kiliseleri)
4) La Cappadoce de L'antiquite Au Moyen Age - 2002 (İlk Çağdan Ortaçağ’a Kapadokya)
Not: Bu yazı Peribacası Kapadokya Kültür ve Tanıtım Dergisi’nin Ağustos 2010 sayısında yayınlanmıştır. Derginin telif hakları ile korunmaktadır. Hiçbir şekilde kopyalanamaz. www.cappadociaexplorer.com