Yazan: Yavuz İşçen
Mayıs 2010
II. yüzyılda yaÅŸadığı tahmin edilen Aretaeus’un kendi çağında adından fazlaca bahsedilen bir hekim olduÄŸu söylenemez. Görüşleri ancak 16. yy’dan sonra tıbbın geliÅŸimine baÄŸlı olarak yerini bulmuÅŸ ve onun bir hekim olarak ün kazanmasına neden olmuÅŸtur. Bu durum onun çağının çok ilerisinde bir tıp bilgini olduÄŸunu bize göstermektedir. Aretaeus, üstün bir zekaya sahiptir, tıbbın farklı konularında ileri sürdüğü yaklaşımlar ve getirdiÄŸi tanımlamalar günümüzde de kullanılmakta ve modern tıbbın temelleri arasında gösterilmektedir.
Göreme civarında doÄŸduÄŸu ve yaÅŸadığı tahmin edilen tıp bilgini Aretaeus’un yaÅŸamı hakkında ne yazık ki çok az bilgiye sahibiz. Roma döneminde yaÅŸadığı için birçok kaynak onu Yunan asıllı olarak tanımlar. Oysa Aretaeus Kapadokyalı bir Anadolu hekimidir. YaÅŸadığı yıllar hakkında farklı kaynaklarda farklı tarihler bulunmaktadır. F.H. Garrison, 1913 tarihli “History of Medicine” adlı kitabında ünlü hekimin doÄŸum ve ölüm tarihlerini 130-200 olarak vermektedir. Aretaeus’un Eski Mısır’da ünlü Ä°skenderiye ÅŸehrinde tıp okuduÄŸu ve Roma’da hekimlik yaptığı bilinmektedir.
Hekimin çok temiz Ä°onya lehçesiyle yazılmış 4 kitabı günümüze kadar ulaÅŸmıştır. Kitapları, akut ve kronik hastalıkların belirtileri, nedenleri ile bu hastalıkların tedavileri adlarını taşımaktadır. Kitapların Latinceye ilk çevirisi 1552 yılında Venedik’te yapılmıştır. Sonraki yıllarda birçok çevirisi yapılan bu kitaplar sayesinde “tıbbın altın abidesi” ÅŸeklinde ünlenen Aretaeus’un, tıp bilgisi ve hekimliÄŸi hakkında bilgilere ulaşılmıştır.
Aretaeus’un hekim olarak önemi, paganist (çok tanrıcı) Roma’da hastalıkların doÄŸaüstü güçlerle açıklanıp büyü ile iyileÅŸtirilmeye çalışıldığı bir dönemde, hastanın gözlem altına alınarak sorunlarının büyük bir titizlikle dinlenmesi, nedenlerin araÅŸtırılması, teÅŸhis ve tedavi yollarının belirlenmesi gibi klinik yöntemler izlemesi olmuÅŸtur. Bu anlamda kendinden 600 yıl kadar önce yaÅŸamış olan Hipokrat’ın (MÖ. 460-370) kurduÄŸu okulun tarzını devam ettirdiÄŸi söylenebilir. Tıp biliminin kurucusu olarak kabul edilen Hipokrat’ın, günümüzde doktorluk mesleÄŸine yeni baÅŸlayanların adına yemin ettikleri kiÅŸi olduÄŸu düşünülürse Aretaeus’un onun izinden gitmiÅŸ olması doÄŸaldır. Ancak Aretaeus’un tarzı incelendiÄŸinde onun eski ve yeni tıpsal yaklaşımlarını kendine göre birleÅŸtirerek kullandığı anlaşılabilir. Hipokrat’ın fikirleri, metodiklerin hastalık sınıflaması ve pneumatiklerin bazı temel yaklaşımlarını Aretaeus’da görebilmek mümkündür. Aretaeus’un tıp bilimine olan katkıları burada anlatılamayacak kadar fazladır. Önemli gördüğümüz bazıları hakkında kısaca bilgi verirsek sanırız bu ilk çaÄŸ hekimini daha iyi algılayabileceÄŸiz.
Şeker hastalığı (Diabet)
Diabet sözcüğünü ilk kullanan ve tıp sözlüğüne kazandıran kiÅŸi Aretaeus’dur. “Diabetes”, akıp gitme, öteye geçme anlamında bir kelimedir. En bilinen belirtileri çok su içme ve sık idrara gitme ÅŸeklinde kendini gösteren ÅŸeker hastalığı, insülin hormonu azalması ya da yokluÄŸuna baÄŸlı olarak kan ÅŸekerinin aşırı yükselmesi ve idrarda ÅŸeker artması ile karakterize edilir. Ä°leri aÅŸamalarda, körlük, böbrek yetersizliÄŸi, iltihabi enfeksiyonlara yatkınlık, damar sertliÄŸi ve felce kadar birçok hastalığa ve ölümlere neden olabilir.
Aretaeus’un ÅŸeker hastalığına getirdiÄŸi tanımlama hastalığı çok iyi kavradığını göstermektedir. Kapadokyalı hekim bu hastalığı anlatırken “…etlerin ve uzuvların sulanarak idrar haline geçmesidir” demektedir. Ona göre bu hastalığa tutulan kiÅŸiler “su içmeye asla doyamaz ve idrar etmekten kendini kurtaramaz. Çünkü sıvılar vücudundan süzülerek dışarı akar. Böbrekler, mesane, idrar yolları sanki genişçe açılmış birer kanaldırlar.” Aretaeus, bu hastalığa yakalananlar için “zayıflamayı takiben ölüm kaçınılmaz olmaktadır” demektedir. Diabetin, pankreas salgılarından insülin ile baÄŸlantısı 1889 yılında anlaşılmıştır. 1921 yılında insülin bulunmuÅŸ, 1964 yılında ise insülin sentezlenerek ÅŸeker hastalarında kullanılmaya baÅŸlanmıştır.
1973 yılında Kayseri ve Göreme’de, “1973 Diabet Günleri” adı altında bir kongre düzenlenmiÅŸtir. Türk Diabet Cemiyeti BaÅŸkanı Prof. Dr. Celal Oker, açılış konuÅŸmasında kongrenin Kapadokya’da düzenlenmesinin amacının “Aretaeus’un diabet alanındaki tarihsel deÄŸerini yeniden hatırlatmak” olduÄŸunu söylemiÅŸtir.
Migren
Yarım baÅŸ aÄŸrısı ÅŸeklinde kısaca ifade edebileceÄŸimiz migren, kimi zaman oldukça basit ve dayanılabilir aÄŸrılar halinde görülürken, çoÄŸunlukla büyük ölçüde acı veren, beraberinde birçok belirtiler de gösteren bir klinik tablo sunmaktadır. Bunların içinde en önemli olanı, aÄŸrı sırasında beynin bir bölümünün etkilenmesinden kaynaklanan görme, konuÅŸma ve iÅŸitme bozukluklarıdır. Migren olarak bilinen hastalık, insanlık tarihinin bilinen en eski hastalıklarından biridir. MÖ. 1200 yılında Mısır’da papirüs üzerine yazılmış bir metinde ilk kez migrenden bahsedildiÄŸi saptanmıştır. Hipokrat migrene tanım getirmiÅŸtir. Ancak migren konusunda bilimsel olarak kabul edilmiÅŸ en eski tanımlama Kapadokyalı Aretaeus’a aittir. Aretaeus, migreni, mide bulantısı, halsizlik, baÅŸ dönmesi ve gün ışığına karşı tahammülsüzlükle birlikte ortaya çıkan ve başın bir tarafında görülen baÅŸ aÄŸrısı olarak tanımlamıştır. Aretaeus’dan 50 yıl kadar sonra bu hastalık için “kafatasının yarısı” anlamına gelen “hemigranea” sözcüğünü kullanmıştır. Bu sözcük, zamanla “migren” halini almıştır.
Mani ve Melankoli
Bir psikolojik hastalık olarak karşımıza çıkan mani ve melankoli (depresyon) kavramlarını ilk kez tanımlayan Hipokrat olmuÅŸtur. Aretaeus ise, mani ve melankolinin aynı hastalığın iki farklı durumu olduÄŸunu belirlemiÅŸtir. Mani ve melankolinin sirküler özelliÄŸini ilk gösteren kiÅŸi Aretaeus’dur. Bu görüş bugünkü bipolarite kavramının temelini oluÅŸturmaktadır. Ayrıca Aretaeus melankolide saldırganlığın belirli bir rol oynadığını, bu saldırganlığın intihar ile baÄŸlantılı olduÄŸunu vurgulamış ve maninin her zaman melankolinin bir sonucu olmadığını söylemiÅŸtir. Bipolar bozukluklar, belli bir düzen olmaksızın tekrarlayan manik ve depresif ya da her ikisinin karması ÅŸeklinde görülebilen ve bu geçiÅŸler sırasında kiÅŸinin tamamen saÄŸlıklı durumuna da dönebildiÄŸi kronik seyirli bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.
Egzersizle indüklenen Bronkospazm
Özellikle spor yapan kiÅŸilerde ortaya çıkan bu durum basit ÅŸekilde egzersize baÄŸlı olarak sonrasında geliÅŸen nefes daralması olarak tanımlanabilir. Egzersiz ve akut hava yolu daralmasının geliÅŸimi arasındaki iliÅŸkiyi ilk tanımlayan kiÅŸi Aretaeus olmuÅŸtur. Aretaeus’dan çok sonra 1966 yılında Mc. Neil ve arkadaÅŸları bu durumu tıbbi bir fenomen olarak belirlemiÅŸlerdir. Buna göre hastalık klinik olarak egzersizin bitmesinden hemen sonra bronkospazm yakınması ile baÅŸlar ve yaklaşık 8-15 dakikada zirveye ulaşır.
Trakeotomi
Gerekli durumlarda hava yolunun saÄŸlanabilmesi amacıyla trakea ön duvarında cerrahi yolla yapılan açıklıklara trakeotomi denilmektedir. Ölümün nefes almanın sona ermesi ile gerçekleÅŸtiÄŸini gören insanlar nefes yolunu açık tutabilmenin önemini kavramışlardı. Trakeotomi konusunda ilk bilimsel kayıt M.Ö 100 tarihinde Asclepidias tarafından yapılmış olanıdır. Bundan yaklaşık 250 yıl kadar sonra Aretaeus bu metodun hatalı olduÄŸunu bildirmiÅŸ ve trakede açılan bir deliÄŸin kendiliÄŸinden kapanmayacağını belirlemiÅŸtir. Kendinden sonra gelen Antyllus, bu görüş ışığında deliÄŸin nereden ve nasıl açılırsa kapanabileceÄŸini saptamıştır. Günümüzde de kullanılan yöntem Antyllus’un yöntemidir.
Çölyak (celiac) hastalığı
BuÄŸday, arpa, yulaf ve çavdar gibi yiyeceklerin içinde bulunan gluten adlı bir proteinin neden olduÄŸu bağışıklık sistemine baÄŸlı bir bağırsak hastalığı olarak tanımlanabilir. Bağırsak içinde iltihap geliÅŸir ve bağırsak bazı besin maddelerini emip kana karıştıramaz. Bu hastalığı ilk kez tanımlayan ve “koilliakos” adını veren Kapadokyalı hekim Aretaeus’dur. 1856 yılında Arateaus’un kitabını Yunanca’dan Ä°ngilizce’ye çeviren Francis Adams, “koilliakos” kelimesini “celiac” olarak çevirmiÅŸtir. Daha sonra “celiac” adı bu hastalığı tanımlamak için kullanılmıştır. Kelime Türkçe’ye çölyak olarak yerleÅŸmiÅŸtir.
Not: Bu yazı Peribacası Kapadokya Kültür ve Tanıtım Dergisi’nin Mayıs 2010 sayısında yayınlanmıştır. Derginin telif hakları ile korunmaktadır. Hiçbir ÅŸekilde kopyalanamaz. www.cappadociaexplorer.com